Cemile Özcan
GEZİ HAKKINDA SÖYLENMEMİŞ BİR KAÇ ŞEY[1]
Olabilir mi gerçekten. Ben bir şeyler yazdım, isterseniz bir
bakın. Peki ukalalığa lüzum yok, bunlar da söylenmiştir elbette ama daha az
değinilen şeyler diye. Ama beğenmezseniz bol fotolu bir sürü kitap çıkmış,
alternatifler var hani. Salt övgüden ya da elbette salt sövgüden ibaret
anlatımlar istemediğiniz kadar.
Ben bu süreci şöyle tanımladım:
‘Halkın hak mücadelesi’ hareketi
Gezi Parkı süreci, her şeye, bütün şerhlerimize rağmen bir
“halkın hak mücadelesi” hareketidir. Adalet ve özgürlüğü temel değerler olarak
gören insanlar için çok önemli olan bu üç şeyden “hak”, “mücadele” ve “halk”tan
birisi bile eksik olsa umudu böylesine canlandıran bir süreç mümkün olmazdı.
‘Halk’, ‘hak’ ve ‘mücadele’. Burada her üçü için de
eleştirilerimiz, beğenmediğimiz, eksik ya da yanlış gördüğümüz pek çok yönleri
olabilir. Bu eksik ve yanlışlar bu üçünün niteliğini ve sınırlarını anlatsa da
mevcudiyetini değiştirmez. (Bu üçünden başka bir de ‘örgütlülük’ olunca, yani
‘örgütlü halkın hak mücadelesi’ olunca, dünyadaki en güzel şeylerden biri
haline geliyor, bir mucize kanlı canlı yaşanıyor işte.)
Madem vardır dedim, ben bir şerh edeyim hele.
Halk
Bir kere en alttakilerin ne kendileri, ne talepleri, ne de
doğrudan çıkarları burada vardı. En alttakilerden de vardı elbette ama ona
bakarsak en üsttekilerden bile vardı. (Cem Boyner’in ‘çapulcuyum’ pankartını
hatırlayın.)
Gezi parkı ve Taksim meydanının akşamları dolması, orada en
alttakilerin olduğuna, hadi Marksist kavramlarla söyleyelim proleteryanın orada
olduğuna delalet etmez. Gezicilerin genelde iş güç sahibi insanlar olduğuna
delalet eder ki, orta sınıflar ve üst sınıflar; burjuvalar da bu tanımın
dışında değildir ki. Zamanı bütünüyle boş olabilenler burjuvaların çocuklarıdır
ama onlardan da çok, işsizler ordusudur; lümpen proleteryadır. En alttakilerin
işsizlerinin oranı da o kadar çok değildi Gezi’de. Zaten onlar Taksim’de genelde
de oldukça düşük bir oranda bulunuyorlar, benim gözlemlediğim. Onları yani en
alttakileri işsizi ve işçisiyle yılbaşlarında görebilirsiniz Taksim’de. İtiraf
ediyorum bunu da gözlemledim.
En alttakilerden mürekkep bir halkın yürüttüğü, en azından
çoğunluğunu oluşturduğu, daha önemlisi başrolde olduğu bir hareketi çok
bekleriz, biliyorum. Hatta diğer kesimler olmadan en alttakilerin harekete
geçmesi neredeyse imkansız gibi. Hiç fark etmez, ben hep bekleyeceğim. Onu
kendi başıma da beklerim ama her toplumsal harekete, her toplumsal olaya
bakarken en alttakilerle ölçmekten ve onların penceresinden de bakmayı asla
ikincil önemde göremeyiz. Göremeyiz derken, kimse göremesin inşallah anlamında.
Yoksa sadece kendi adıma konuşuyorum tabii ki.
Bu konudaki tartışmalarda, işte efendim orta sınıf diyorlar
ama bu kavram yetersiz de, kavram bile değil de, basbayağı işçi sınıfı da. Yahu
bir kitle hareketi olduğunda herhalde, TÜSİAD, MÜSİAD üyelerini barikat
başlarında görmeyeceğiz hiçbir zaman. Hani esnaf hareketi değil falan
deniyorsa, (2001’de de esnaf eylemleri olmuştu değil mi[2]),
bu da doğru. Ancak bu ille de emekçilerin hareketidir savunmalarını, savunmanın
çıkış noktasıyla birlikte kabul etmiyorum ben. Basbayağı orta sınıflardı, en
alt sınıflar değildi diyorum.
Böyle yazılar okudum, akademik akademik analizler. Ben akademikden anlamayan birisi olarak en alttakiler dediklerimle “ortada olanlar” için şöyle ayırıcı kriterler öneriyorum, ne der acaba arkadaşlar.
Öğrencileri, ve bu öğrencilerin aile durumlarını bir tarafa bırakalım. Hekim, avukat, mimar, müşavir vs. bağımsız çalışanlar üzerinden de bir ayrım yapmıyorum. Sınıf tartışmalarında sınıfın içindedir-dışındadır diye yapılan işçi-memur ayrımını da konu etmiyorum. Başka basit ayrım ölçüleri öneriyorum. Siz bunları Marksist değil diye muteber görmeyebilirsiniz: 1-gelir düzeyi, 2-işsizlik riskine karşı savunma gücü ve işsizlik durumunda dayanma gücü, 3-aile durumu gibi bazı kriterlerin sınıfsal pozisyon ve ilişkiler için son derece tayin edici olduğunu göz ardı edemeyiz. Böylesi bir toplumsal durumda “ölçüm için” basit bir dördüncü kriter daha diyeyim: Tatil yapabilme imkanı.
Örneğin 1000 lira civarında aylık ücret geliri olanlarla 1500-2000
civarı ve üzeri geliri olanlar arasında fark vardır. Diplomaları, statüleri ve
çalıştıkları işyeri ile olan ilişkilerinden dolayı işten atılmaya karşı görece
korunması olanla, işinden olması öyle özel bir nedene bile gerek olmadan
başındaki ilk yöneticinin iki dudağı arasında olan milyonlarca taşeron ve
vasıfsız-güvencesiz işçi arasında da ciddi fark vardır. İki bin lira kazanan,
bir o kadar da eşi kazanan, çocuksuz, tek çocuklu ya da bekar olanla sadece
kendi maaşı ile 4, 5 veya 6 kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmişler
arasında da. Her yıl iyi kötü bir tatile gidebilme imkanı olanlarla, varsa
yıllık ücretli izni, bu zamanı ücretli ya da ücretsiz bir çalışmaya hasretmek
zorunda olanlar arasında da.
Asgari ücret (ya da biraz üzeri bir ücretle) çalışanları
düşünüyorum mesela, onlar bir kere Taksim’e gelecek akbili[3]
hesap etmek durumundalar. Taşeron çalışanı bir arkadaşın şu söylediği de Gezici
olmanın en altlardan biraz kurtulmuş olmayı gerektirdiğinin çarpıcı bir
anlatımı: “Akşam,” diyor arkadaş “yemeği hemen yiyip, bazen yiyemeden
sızıyorum, öyle yoruluyorum.” Onlar şimdilik siyasi bir eyleme gidemiyor,
onları ancak toplayıp Kazlıçeşme’ye götürüyorlar.
Ancak ezen ezilen ekseninden baktığımızda, sınıfsal olarak
değilse de, kimlikleri, inançları açısından tam olarak ezilen kategoriden de
bir halk gerçeği vardı Gezi sürecinde. İşte bu hareketin, halkın hak
mücadelesinin tam göbeğinde Aleviler vardı. Başka ne olabilirdi ki, bir
muhalefet kıvılcımından, Kürtler kendi yollarında iken, ancak Aleviler
çıkacaktı. Bu halk hareketi sırasında ölen eylemcilerin hepsinin Alevi olmasının
–hepsine Allah rahmet eylesin- nasıl bir açıklaması olabilir ki? Hareketin
sıcak günleri geride kaldıktan sonra Taksim ve Kızılay gibi merkezlerdeki
sınırlı eylemliliklerden başka Antakya’da, Ankara Tuzluçayır ve Dikmen’de devam
etmesi de önemli göstergelerdir bence.
Şunu da not düşmek isterim, LGBT ler ilk kez belki de bu
kadar geniş bir toplumsallık içinde kendilerini oldukları gibi var edebildiler.
Kadınların da daha önce olmadığı kadar çok, özgüvenli ve başrolde olduğu
böylesi bir toplumsal hareket dönemi yaşamadı belki de Türkiye.
Hak
“Millet kuru ekmeğe muhtaç bunlar nelerin peşinde. Olacak
şey mi kardeşim” Olacak şey, hem de bal gibi cinsinden. Hak tanımı yaparken,
mevcut toplumsal koşulları göz önünde bulundurarak ortalama bir hak seviyesi
belirlenebilir. Bu saptamadan da bir üst sınır, yani “haram”, “gayrimeşru”,
“haddi aşma” sınırı belirlenir. Bu sınıra doğru herkesin her talebi meşrudur ve
diğerleri ile karşı karşıya getirmek doğru değildir.
Yani bu hareketin temel motivasyonlarından biri olarak
“karışma ulan bana, yaşamıma, içkim de dahil” denmesi de bir haktır.
Bugün için, yılda sadece bir kez sarhoş olmayı (çok özel bir
gerekçe varsa bu iki olabilir) kendine hak görebilen birisi olarak, içki
“hakkının” savunulmasını anlıyorum ve kabul ediyorum. Artık! (Benim kendim için
savunacağım bir şey değil, sınıflar kalksın ayık gezmeyeceğiz, 3 gün ayık isek 2
gün sarhoş gezeceğiz. Ama şimdi ben bunu kendime hak görmüyorum, o başka.)
Yaşamın her alanında özgürce kızlı erkekli yaşantıları,
diğerleri de. İstedikleri her şeyi tahakküme uğramadan, kimseye zarar vermeden özgürce
yaşamaları da keza öyle… Haktır.
Tabii buradan çok bir şey çıkmaz. Ancak yine de bir şey
çıkar. Baskıya karşı dur, istersen argo kullanma hakkın için isyan başlat. Eğer
bir tahakküme karşı ise, bir hakkın kavgasını veriyorsun demektir ve bütün
toplum için iyidir bu.
Kaldı ki burada gerçekten de oldukça temel ve toplumsal
haklar söz konusuydu.
Süreci ateşleyen Gezi Parkından bile baksak, hani iktidarın
3 tane ağacı bahane ettiler dedikleri yerden, günümüz toplumundaki gerçek bir
hak ile karşılaşırız. Bütün halkın kullanabileceği, günlük şehir yaşantısı
içinde ulaşılabilir, üstü, kenarları ve girişi sınırlandırılmamış yeşil
alanlar, parklar, şehir koruları/ormanları bugün için çok temel bir hak olarak
tarif edilebilir. (Dayatılan Topçu Kışlası örneğinde binanın ortasında bir
yeşil alan olsa bile bu hem etrafı duvarlarla çevrili ve iyice küçülmüş bir
alan olacak, aynı zamanda bu alana giriş dahi istenildiğinde
sınırlanabilecektir)
Üstelik, 30 ve 31 Mayıs sabahlarındaki saldırılarla ülke
gündemine giren Taksim Platformundaki ve Gezi Parkı bir toplumsal hareket
halini aldığında Taksim Dayanışmasında yer alan onlarca farklı gruptan
aktivistler, sadece Gezi ile sınırlı kalmayan, Sulukuleden, Tarlabaşına
İstanbul’un pek çok yerindeki, hatta pek çok şehirdeki kentsel dönüşüm adı
altındaki yağma hareketlerine; buralarda yaşayan halkın şehrin uzak köşelerine
sürerek buraları zenginlere peşkeş çeken politikalara, doğanın yağmalanmasına
karşı ve alın teri, hakları gasp edilen pek çok işçi direnişi ile dayanışma
içinde idiler. Bütün bunlar bir yana, bu süreçte ortaya konan en somut şart
olan ‘Gezi Parkı park olarak kalsın’ maddesi tartışmasız bir şekilde halkın bir
hakkını ifade eder. Öncelikli ya da değil, şöyle ya da böyle, ne olursa olsun tartışmasız
bir şekilde halkın bir hakkını.
Ancak buradaki toplumsal hareketin neo-liberalizme tepki
damarının o kadar da güçlü olmadığını söyleyeceğim. Pek çok kişinin
söylediğinden (bence aslında gönlünden geçtiğindenJ)
farklı bir karakteri vardı. Ancak önemli olan şu ki bu damar zayıf da olsa
vardı, dolayısıyla önemli bir potansiyel ortaya çıkmıştı. Tabii ki
değerlendirebilene.
Yoksa, liberal bir özgürlükçülük burada daha baskındı bence. Alevilerin ve kadınların tepki ve talepleri hariç. Onlar başka.
Hak deyince, bu toplumsal hareket içinde önem açısından belki
de ilk sırada Alevilerden bahsetmek gerek aslında. Aleviler bu süreçte,
kendilerine yönelen tarihsel asimilasyon, aşağılama, inkar ve zorbalıklara
karşı, gittikçe üzerlerine çöken, bir karabasan gibi çöken karanlığa karşı
kimliklerini, haysiyetlerini ve yaşam haklarını savundular aslında. Hemen hiç
görünmeyen ama bu direnişte korunmaya, alınmaya çalışılan en önemli hak
Alevilerinki idi. Sırf bu hak bile, safını Geziden yana seçmek için yeterli en
sağlam gerekçedir.
Bir diğeri ise kadınlar ve LGBTler. Mevcut ataerkil sistem yeni muhafazakar atakla, bu alanda da haklarımızda mevzi kayıplarını dayatmaktaydı.
Alevilerin ve kadınların haklarını bir kenarda tutarsak,
buradaki hakların ezilenlerin haklarıyla doğrudan ilgili olmadığını söylemek
durumundayım bir Gezici olarak. Bu başkaldırının ilgilendiği hakların mevcut
sömürü sistemi içerisinde zorlukları olsa da çözülemeyecek sorunlar olmadığını
da. Orta sınıf hareketi derken yani… Yani Gezi örgütlü olsaydı da mesela,
talepler üzerinden etkili bir süreç örgütleseydi, muhtemelen yürüyeceği yolda
öncelik birtakım burjuva demokratik hakların olacaktı. Asgari ücret ya da
taşeron işçilik konusu muhtemelen bu ilk taleplerin konusu olmayacaktı. Doğrusu
asgari ücretlinin de ilk taleplerinin konusu, kendisinin çocuklarının zaten
yolunun düş(e)meyeceği Gezi parkı olmayacaktır.
Hak mevzusunu geçerken son bir şey…
Peki, bir mücadele ne zaman haksız olur? Eğer istenilen
başkalarının haklarına kastetmeyi içeriyorsa, bir ayrıcalık, hakkından
fazlasının istenmesi söz konusu ise işte o bir hak mücadelesi değildir. Bu
süreçte maalesef böyle haksız motivasyonla hareket de –neyse ki asıl karakteri
asla tayin etmeyecek kadar az miktarda da olsa-vuku bulmuştur. Bunlar
kendilerine dayatma yapılmasına karşı olmanın ötesinde kendini başkasına
dayatmanın peşinde olan, eski durumun veya sürdürdüğü haksız pozisyonunun
ebediyete kadar sürmesini isteyenlerdir. Bunları, plajları sadece vatandaşın
hakkı olarak gördüğünden halkı istemeyenler olarak niteleyebiliriz. Benim
gözlemimde bu haksız gayretin içinde olanlar daha ziyade seküler Sünni Türkler
içinden çıkmakta, örneğin Alevilerden pek değil.[4]
(Kastettiğim Gezi safında boy göstermiş Cem Boyner, (doğruysa) Ali Koç gibi
büyük burjuvalar değil, onlarınki ayrı bir değerlendirme konusu[5].)
Mücadele
Mücadele dediğimiz aslında kendiliğinden bir hareket, bir
patlama, bir tepkisel süreçti daha çok.
Yoksa ne bir örgütlü süreç, ne tuğla tuğla örülen bir süreç,
ne bir sonraki adım için hazırlanan, biriktiren bir süreç.
Bu süreci isyan kavramıyla ifade edenler var. Ayaklanma
diyen çok. Tamam, bir başkaldırı yaşandığı açık. Ama ayaklanma, isyan diyenlerin
yaklaşımı biraz zorlama bence. Tabii ‘alayına isyan’ gibi bir isyanı değil de
bir sosyal isyanı kastediyorsanız. Çünkü bu başkaldırı belli dayatmalara karşı
duyulan tepkiden kaynaklı idi. Yani burada dert gerçekten de üzüm yeme
isteğiydi. Ötesi eğilimler, evet vardı ama işte iktidar gidecek yaklaşımı toplumsal
hareketin asıl taşıyıcı motivasyonu değildi. Oysa bir isyanda, isyancıların
gözü muhtemelen artık üzümü görmez olacaktır ve isyan bağcıya köteği atmadan,
ya da bu yolda iyi bir dayak yemeden sona ermeyecektir. Bizde ise, dayatmalara
karşı küçücük de olsa bir kazanımın da etkisiyle başkaldırı sönümlendi.
Başbakanın, karar verdik Kışlayı yapacağız dediği Park kurtuldu. En azından
şimdilik. Her yerden kuşatılmakta ama buna mukavemet edecek imkânlardan bütünüyle
yoksun olduğu düşüncesiyle bunalan kitleler yeniden bir özgüven hissettiler.
Mesaj alındı dedirttiler. En önemlisi kitlesel anlamda kendi gücünün farkına
varmak noktasında kendisi mesajı aldı. Hareket
de –halk hareketi niteliği bakımından- sönümlendi. En azından şimdilik.
Halkın hak mücadelesi konusunda iki örnek
Tartışmalarla da yakından ilgili olduğu için “halkın hak
mücadelesi” konusunda iki örnek vermek istiyorum. Birisi, başbakanın söylediği
bir söz üzerinden. Başbakan Gezi parkına saldırırken şöyle soruyordu “28
Şubat’ta neredeydiniz?” Demek istediği şu, madem ki hak savunuyorsunuz, 28
Şubat’ta bizim hakkımızı neden savunmadınız? Bir kere, 28 Şubat’ta
“dindarların” hakkını savunmaya çalışan “dindarların” çok azı dahi olsa bir
kısmı zaten Gezi’deydi. (Bir kısmı ise “dindarların” hakkını hala teslim
etmediği halde, mesela başörtü yasağını şartsız-sınırsız kaldırmadığı halde,
dindarların mağduriyetini istismar etmeye çalışan iktidara yedeklenmişti.)
Ayrıca, 28 Şubat’ta dindar olmadığı halde dindarların hakkını savunmaya çalışan
bir avuç kimse varsa onlar da Gezi tarafındaydı, hemen hepsi. Kimi liberal
demokratlardan tut, en çok saldırılan, şeytanlaştırılan o marjinallerin, yani
sosyalistlerin de bazıları vardı 28 Şubatta dindarların yanında.)
Ama asıl soru şu, sen neredeydin başbakan? Şiirdi, 4 aylık
hapisti diye yıldızını parlattıktan sonra, hak mücadelesi yerine teslimiyet ve
halkın haklarını satarak uzlaşma günlerinde, onlar Erbakan’ın defterini
dürüyorken sen ABD’ye gidip oyuna girmeye hazırım diye tekmil mi veriyordun
yoksa. Diyeceğim şey şu, başbakanın, hadi onun değilse de, herhangi samimi bir
dindar Müslümanın soracağı soru şu olmalı bence: “28 Şubat’ta biz neredeydik?”
O zaman da böyle barışçıl bir direniş yaşansaydı (o zaman barışçıl bir direnişi
sürdürmek için gerçekten alabildiğine pasif itaatsizlik eylemleri
yapılabilirdi, ancak hak mücadelesi seçilmiş olsaydı, zamana göre yöntemler ve
eylemler bulunurdu) onun da memlekete çok hayrı olurdu. Ancak o zaman da o
halk, o dindar kesimler örgütlü değilmiş besbelli. Dindarlar üzerinden birileri
kendini örgütlemiş ve kitlelerin haklarını kendi iktidar mücadelelerine malzeme
yapmışlar. ‘Hak mücadelesi’ ile ‘iktidar mücadelesi’ başka şeylerdir ve bunlar çok
az yerde geçici olarak kesişebilir, çoğu zaman birbiriyle çatışır. Bu örnek
bize bunu anlatıyor.
Orada yapılmayan hak mücadelesinden sonra ikinci örnek ise
Kürtlerin yaptığı ‘halkın hak mücadelesi’ ki, işte bu ‘halkın örgütlü hak
mücadelesidir.’ Benim çok önemli diyerek andığım örgütlülük için, bu örnekten
çıkıp böyle bir örgütü kastettiğimi düşünmeyin, bunu ilerde açıklıyorum. Ancak
bu örneği anmamın nedeni gerçek bir hak mücadelesinin ancak örgütlülük ile
sonuçlar alabileceğine dair örnek vermek ve bu güne kadar işte bu medyadan
izlediğimiz Kürtlerin hak mücadelesine bir de bu “hak mücadelesi” penceresinden
bakma çağrısı yapmaktır.
Kürdün hak mücadelesi deyince, Gezi sürecinde bu konuda küçük de olsa,
gerçekten küçük ve dahası işin özünü anlamak açısından oldukça zayıf da olsa, kazanımlar
olduğunu ben de not düşeyim. Arada, “yahu bize bunu yapanlar Kürde neler
yapmıştır”, ya da “Kürtleri hep bu medyadan izlemişiz meğer” diyenler olduğunu
biliyoruz. Diğer taraftan “Kürt dostu” makamından konuşan çoğu kişi yine sigaya
çekiyordu Kürdü. Sıfıra yakın bir empati düzeyi ile. Daha bir buçuk yıl önce
bir kervan dolusu Kürdün tepesine bombalar yağdığında uçaklardan, üç gün sonra
işte o Taksim meydanında çılgınlar gibi yılbaşı kutlandığını, Kürdistan’da
buradakilerle kıyas kabul etmez bir vahşet ve şiddete karşı genç-yaşlı,
çoluk-çocuk, kadın-erkek ölür ve direnirken hiç oralı olmayışı hiç muhasebe
konusu olmadı. Gezinin, karşı cephesinden olduğu gibi kendi cephesinden de pek
çok yönden abartıldığını inkar edemeyiz. Kürtlerin daha geniş bir zaman
aralığında bu kadar kişiyle, toplamda milyonların katıldığı eylemlerinde, 6
değil en az 600 insanın öldürüldüğü de hiç düşünülmedi. Kürdistan’da yıllara
yayılan bu büyük sivil katliamından haberdar bile olmayan Türkiye Gezide
öldürülen her bir kardeşimizi bir bayrağa dönüştürdü nerdeyse. Bayrağa
dönüştürmek (hiç kimse için) doğru değilse de, katledilen her bir can için en
az bu kadar ses çıkması doğrudur, az bile yapılmaktadır. Ne var ki,
Kürdistan’da kaybedilen canlar sayı olarak bile bilinmedi, sarsıcı vahşet
hikayeleri, yürek dayanmaz acılar buralarda paylaşılmadı.
Abartmak diyorum ama yoksa ben mi abartıyorum. Ama
düşünüyorum, Gezi parkındaki çadırlarda bir avuç insan kalırken ilk yapılan
saldırıda sabah biber gazı falan sıkılmasaydı da hani, helikopterle taranıp
çoğu çocuk 34 kişi öldürülseydi. Ve 3 gün sonra Diyarbakır çılgınlar gibi
yılbaşı kutlasaydı. Kadıköyde Boğa heykelinin yanında 12 yaşında bir kardeşimiz
13 kurşunla öldürülmüş olsaydı, 8 kurşun da babasının bedeninde, Beşiktaş
iskelesine doğru giderken 14 yaşındaki bir kız, havan topuyla vurulsaydı, ne
bir savcı ne bir görevli bile gelmeseydi, annesi kızının parçalarını eteğine
toplasaydı, ağaçlardan toplasaydı. Daha nicelerini biz yaşarken hiç oralı
olmayıp, bizlere önyargı ile bakan bir halk olsaydı Kürdistan’da ve sonra
onlarda bir şeyler yaşandığında niye onların gündemlerine göre pozisyon
almıyoruz diye suçlasalardı! İşte Gezi cephesi de Kürtleri böyle suçluyor,
hatta AKP karşısında ittifak cephesinde kalsın diye, AKP’nin yanına kaymasın
diye “eleştiriler” dizginleniyor bence.
İşte, çokbilmiş kimi Geziciler tarafından Kürtler için yapılan
“beş dakikalık yargılamalar”daki yaklaşımın temelinde kendisini (Türkü) yine
ilişkinin merkezine, Kürdü de, başrolü desteklemekten başka kendine ait bir
dünyası olmayan figürana indirgeyiveren bildik tahakkümcü, sömürgeci iktidarın
zihniyeti vardı. Hele şu hiç düşünülmüyordu, yahu bir davanın, koskoca bir
halkın davasının sorumluluğundaki bir hareket kendi sorumlulukları, öncelikleri
yerine niye bana göre hareket etsin ki! Denmiyordu.
Barışçı Gezi, İyisi ve
kötüsü ile
Gezi harika bir şekilde barışcıydı gerçekten. Yerinde
barışçılığı onu ne kadar güçlü kıldıysa barışılmaması gerekenlerle de sulh
olması zayıf tarafıydı.
İlle de barış…
Gezi Parkı sürecindeki toplumsal hareket büyük ölçüde
barışçıl bir hareketti ve bu da çok önemlidir. Barış hem adalet hem özgürlük
açısından önemlidir. Şiddet esas itibariyle adalet ve özgürlük mücadelesini
tehdit eder. İktidarın doğrudan ya da dolaylı bir ürünü olduğu gibi, doğrudan
ya da dolaylı yeniden iktidarı üretir, hakkı değil. Diğer taraftan, nefsi müdafaa ise
sadece hak değil aynı zamanda bir görevdir. Bu görevden yan çizenler de,
şiddeti araç/yol olarak görenler gibi kendilerini adalet ve özgürlükten
uzaklaştırmış olurlar.
Barışçıl mücadelenin yolunun açılmış olması son derece
önemlidir. Barışçıl mücadelenin imkânları konusunda bir sürü skolastik
tartışmayı gereksiz kılmış, güzel bir örnek ortaya çıkarmıştır Gezi.
Bu süreçte milyonlarca farklı ve hatta birbirinden ciddi
karşıtlıklarla farklı kesimlerden dahi insanlar gerçek anlamda barışçıl bir
şekilde birlikte hareket edebilmiş, Gezi bir bütün olarak kendi dışıyla da
büyük ölçüde barışçıl ilişkilenmiştir.
Büyük ölçüde diyorum, işte bu resmi lekeleyen barışçıl
olmayan hareketleri de burada anmamız ve bilmemiz gerekiyor.
Sadece Gezi karşıtlarından değil, Gezi saflarından
bazılarınca da hedef tahtasına oturtulan “marjinaller”den, onların sözde
saldırganlıklarından, sözde vandallıklarından bahsetmeyeceğim tabii ki.
Saldırıya uğrayan bir insanın tepki vermesini, üstelik hakikaten refleksif
denilebilecek bir tepkiyi kimse kalkıp da şiddet vs. diye çarpıtmasın.
Onbinlerce, yüzbinlerce değil, milyonlarca insanın sokaklara döküldüğü, onlara
karşı kimbilir kaç bin gaz bombası, ne kadar plastik mermi kullanıldığı, 6
insanın öldüğü, kimisinin hala hayati tehlikesi süren, onlarcasında uzuv yitimi
ile yüzlercesi ciddi, TTB’nin rakamlarına göre 10 binden fazla insanın
yaralandığı bu kadar büyük olaylarda, saldırganlığı eylemcilerin bu kadarla
sınırlı reaksiyonlarında bulmak ancak doğrudan canı yanan ya da ne bileyim fışkiyesi
kırılan bir insan yapıyorsa anlaşılırdır. Yoksa kendini adalet ile sorumlu
gören bir insanın yapacağı şey değil bu. Hırsının, iktidar hevesinin
sürüklemesinden ve nefsinin kamçılarından başını kaldırıp adaletin hesabını bir
an olsun hatırlayabilen insanlar için saldırganlığı burada görmenin tek izahı
olabilir, habersizlik. O da, çıkıp ahkâm kesen insanların mazereti olamaz.
Buralarda hiç saldırganlık olmamıştır demiyorum. Ama inanın bu bahsi edilecek gibi bir şey
değil ve inanıyorum ki devlet de çok iyi biliyor bunu. Bilmeseydi zaten daha
farklı bir durum olurdu bugün. Ancak bizim üzerine eğilmemiz gereken
saldırganlığa gelince birisi cinsiyetçi küfürlerde, bu haksızlıkların doğrudan
faili olmayanların hedef olması. Buradaki saldırganlık iki türlü, birisi
cinsiyetçi olmaları hasebiyle kadınlara, eşcinsellere karşı da saldırganlık
içeriyor olması, diğeriyse dediğim gibi ilgisiz kişileri, üstelik yine
kadınları hedef alması. Ne alakası var da bilmem kimin bilmem nesine
küfrediyorsun! Yoksa cinsiyetçi olmalarının dışında bence o küfürler de, mesela
hükümete yönelik küfürler de bir reaksiyondur ve anlaşılırdır. Yani işin en
başında, “ananı da al git” diyen, “kadın mı, kız mı belli değil” diyen, bunu
bütün memleketin duyacağını bildiği halde diyen bir başbakan var karşıda.
İnsanların o saldırılar altında nasıl da refleks halinde tepkiler verdiğini,
uluorta küfür edeceğini asla düşünemeyeceğiniz o adamları ve kadınları görseydiniz dediklerimi
anlardınız.
Her neyse, bu küfür meselesi özellikle de LGBT ve feministlerin
öncülüğünde gelişen bir müdahale ile büyük ölçüde toparlandı. Gezi Parkı ve
Taksimde pek çok yerde gördüm ‘küfürle değil, inatla diren’ yazılarını. Hatta
‘küfürle değil sabırla diren’i ve ‘küfürle değil imanla diren’i bile. LGBT ve feministlere
teşekkür borçluyuz yaptıkları öncülük için.
Yani bu hareketi lekeleyen saldırganlık sonuç itibariyle bu
da değildi diyebiliriz. Leke şuradaydı; başörtülü kadınlara karşı yönelik bir
yerde fiziki müdahaleye kadar uzanan[6],
ama bir çok yerde, trafikte, çarşılarda sözlerle ve bakışlarla yapılan
tacizlerdi. Kimi yerlerde, (tabi muhafazakarların, dindarların yoğun olarak yaşadığı
semtler değil buralar) dindar komşuların taciz edilmesi.
Bu tür şeylerin yaşanmadığı ya da yaşananların Geziyle
ilgisi olmadığını söylemek doğru olmaz. Gerçekten oldukça az olduğunu ve bu
hareketin asıl kalbinin attığı eylem alanlarında, başta Taksim olmak üzere bir
çok yerde bunun hiç yaşanmadığı hatta bu noktada hak ve özgürlük savunucusu bir
anlayışın hakim olduğunu da teslim ediyorum. Ancak hem bazı şehirlerle ya da
semtlerle, hem de bu hareketin merkezinde olmayıp bunun
etkisiyle kendisinde güç görerek katılan kesimlerle sınırlı da olsa, böylesi şeylerin
yaşandığı tanıklıkları var.
Bu çok önemli bir sorun. Böylesi bir saldırganlıkta bulunmak
şöyle dursun fiilen savunmaya geçecek durumdaki büyük çoğunluk böylesi olayların olduğuna inanmak
istemiyor, abartıldığını düşünüyor. Çünkü kendisi de bunları değil ama tersine
o kadar çok öykü dinlemiş, hatta bazılarının tanığı/mağduru olmuş. Diğerlerini
ise pek az biliyor. Dindar, muhafazakar kesim için de çok benzer bir şey var,
kendi mağduriyetlerini biliyor, diğerlerinin abartıldığını düşünüyor. Oysa her
ikisi de gerçek, farklı olan tek şey mahalleler, şehirler, kadınların
üzerindeki kıyafetler. Değişmeyen ise haksızlık, saldırganlık ve hedefte olan: Yani kadın. Şöyle ortak bir tepkiyi ortaya
çıkarmamız gerekiyor, şimdi ve her zaman. Burada ve her yerde. Başörtülü diye
ya da askılı giymiş diye bir kadına yapılan en ufak saygısızlığı kabul
etmiyoruz, ister İzmir’de Antalya’da olsun, ister Erzurum’da Kayseri’de.
Saygısızlık yapan bizden değildir, kendisine selamımız yoktur. Bu hala güçlü
bir şekilde dillendirilmiyor.
Olmaz olsun böyle barış
Lafı uzatmadan direk söylüyorum. Bu kahrolası barış
emperyalistlerle ve burjuvalarla olan barıştı.
Cem Boyner’e bir çift lafımız olmalı değil miydi? En azından
birilerimiz “Çapulcu kardeşliğine tabii ki seni de kabul ederiz, ama
sömürücülüğü bırakmazsan olmaz. İhtiyacından fazlası hakkın değil, hepsini
bırak öyle gel!” diyebilirdik. Mehmet Ali Alabora’ya da uygun bir yer ve
zamanda, ihtiyacından fazlasını, daha doğrusu hakkından fazlasından vazgeçmesi
gerektiğini, banka reklamı ile elde ettiğinin hakkından fazlası olduğunu
söylemedik, banka reklamında ne işin var diye sormadık. Olmadı.
Geziyi nasıl öveceğini bilemeyen solcu kardeşlerimizin bu
konuda da düşüncelerini merak ediyorum? Mesela Ali Bulaç çıkıp deseydi “Ben de
çapulcuyum” ona mutlaka tepki verecektik sen şu kadın düşmanlığının da bir
özeleştirisini yap o halde diye. Haklı olarak diyecektik bunu. Abdurahman Dilipak
deseydi “Ben de Geziciyim” diye, hepimiz ona Akit gazetesi yazarlığının ve
kendisinin yazdığı pek çok yazının Gezide yeri, Gezi ruhunda karşılığı
olmadığını söylerdik. Haklı olarak. Peki Gezide, Gezi ruhunda kapitalist
sömürünün yeri ne idi ki, Cem Boyner tartışılmadı, tavır alınmadı. Orta
sınıflar denmesine celallenenlerden, akademik cevaplar yetiştirenlerden buna
da cevap bekliyorum.
Kahreden ikinci barış ise emperyalizmle olan barış idi.
Hatırlatırım, Gezi Parkı ve Taksim meydanının -görüntü itibariyle de olsa- devletsiz
olduğu zamanlarda, Alman Konsolosluğu barikatların bu tarafında idi, ama
fazlası değilse bile duvarına anlamlı bir yazı yazılmadı. Kaç ay geçmişti sanki
patriotlarla birlikte Alman askerleri geleli. Bir yürüyüş sırasında İngiliz
Konsolosluğu duvarına “Emperyalistler Burada” gibi yazılamalar yapılmıştı
sadece. Yetmez. Bu barış da son derece huzursuz ediciydi.
Ülkenin bütün muhalefet mirası Gezide buluştu.
Bu ülkenin bütün muhalefet mirası burada buluştu. Adalet ve
özgürlük diyen binlerce belki milyonlarca insanın rüyası, pek çok akim kalmış
girişimin gayesi muhalefetin bir araya gelmesi bu süreçte kendiliğinden
gerçekleşiverdi. Bu olağanüstü sürecin olağanüstü bir parçası olarak.
Adalet ve özgürlüğü temel değer bilen biri olarak muhalefet
derken, iktidarın mütemmim cüzü olan muhalefetten, bugün için mesela CHP’den
falan bahsetmiyorum tabii ki. İki ölçü üzerinden anlayabiliriz muhalefeti, ilki
kelimenin de ifade ettiği gibi karşı olan, yani iktidara, egemen olana karşı,
güce karşı durmuş olan. Bunu, bir değeri savunmak adına yapmış olması da ikinci
kriter.
Memleketin bütün muhalefet mirası, birikimi evet abartmadan söylüyorum tamamı buradaydı; cümlesi Gezi safında yer aldı. Sosyalistlerin ve solun her renginden, feministine, İslamcısından, liberaline, anarşistinden, lgbttsine kim varsa, ama muhalif olan kim varsa bir ucundan tuttu Gezinin.
Bütün bu farklı ve uzun listeye rağmen yine de şöyle bir
bakınca evet, koskoca memleketin bugüne gelen tarihten kalan miras pek öyle
büyük bir servete benzemiyor. Üstelik içinde sıkıntılı, arızalı pek çok şey
olduğu gibi, hatta hepimizde az ya da çok marazlar olsa ve bu muhalefet toplamı
içinde hiç işe yaramayacak unsurlar dahi bulunuyor olsa bile muhalefetin
buluşması çok önemlidir. Evet, muhalefet
içinde boktan şeyler de olabilir. Ancak adalet ve özgürlük adına bir şey
çıkacaksa bu ancak muhalefetten çıkar, iktidardan bir halt olmaz, hayat hep
bunu göstermiş. En azından benim için.
Bu süreçte bütün muhalefetin bir araya geldiği tespitini
şunun için yapıyorum, buradan ileriye doğru bir yenilenme, bir ‘yeni’
çıkabilirdi. Nicelikten değil nitelikten bahsediyorum. Neyse 3 ay sonra artık
bugün: Bu fırsat da uçtu gitti.
Gençlik hareketi olunca noluyor yani
Bir boyutuyla da diri bir gençlik hareketi olan sürecin bu
veçhesine dair de çok şey denmiştir zaten. Özgürlük ve adalet için kendine has
avantajları ve dezavantajları ile özel bir toplumsal kategori olan gençliğin
sunduğu imkânlardan birinin altını çizmek istiyorum sadece:
‘Yeni’ gençlik olmadan ortaya çıkmaz. Son
zamanların, ben 90larda bunu çok gördüm, bir ‘yeni’ arayışı, nerdeyse fetiş halini almış bir yenilenme hevesi vardı.
Öyle ki ‘yeni’den bahsetmek bile
eskidi 90’ların sonuna gelindiğinde. Bu kadar bahsedilmesi de yeninin ihtiyaç
olduğunu gösteriyordu ama yeni bir türlü ortaya çıkmıyordu. Eskiler boyanıp
boyanıp sürülüyordu piyasaya ve tabii tutmuyordu. Gençliği bu nedenle de
önemsiyorum.
Bu gençlik evet, sokaklara çıkan yüzbinler, sınıfsal olarak
en alttakilerin, ezilenlerin hareketini oluşturmuyorlar, her sınıftan genç var.
Dahası ciddi bir liberalizm saldırısı altında hem adalet hem özgürlük için
zayıflatılmışlar da… Tüketim kültürüne fazla direnememişler örneğin, bütün ülke
gençliği gibi, bu da var. Zaaflar, eksikler ve yanlışlar, bütün toplum için
mevcut arızalar az ya da çok gençlik için de geçerli tabii. Ancak hareket eden
insan, hele ki henüz kişiliği bütünüyle iğdiş edilmemiş yaşta bir toplumsal
hareketle buluşan insan kendini yenileyebilir. Adalet ve özgürlük için toplumla
birlikte kendisini de dönüştürmek için ciddi imkân yakalamış demektir. Yani bu
gençler içinden, tuzu kurulardan bile olsa, hali vakti yerinde ailelerden geliyor
bile olsa işte böyle bir hareket içine girmekle dönüşüm ortaya çıkar. Adalet ve
özgürlük için mücadele eden halk hareketlerinin önemli bir kaynağı ve öznesi burada
saklıdır ya, bu kadarı gerçekleşemediğinde bile, Rachel Corrie’ler, yani tek
başına da olsa adalet ve özgürlük için tarihe not düşecek gençlerin ortaya
çıkmasında da böylesi hareketlerin katkısı az mıdır?
Gezideki ‘Halkın Hak Mücadelesi’nin eksiği: Örgütlülük
Hemen örgütlülük’ten kastımın ne olduğunu yazayım ki,
tartışma zemin kaybetmesin. Örgütlü olmak, örgütlülüğe sahip olmak bir insan
topluluğunun kendi iradesini ortaya çıkarabilmesi, ona uygun işleri etkin bir
şekilde yapabilmesi, yani topluluk olarak haklarını koruyabilmesi için gerekli
mekanizmalara, organlara sahip olması demektir. İç iletişimi, ortaklığı,
kararları ve hareketini etkin şekilde sağlayabilme yeteneği ve imkânıdır. Yoksa
bunları sağlamıyorsa orada bir örgütlülükten bahsetmek mümkün değildir.
İnsanın olduğu her yerde (tam kaos zamanları hariç) bir
örgütlülük yok mudur zaten? Örneğin AKP, CHP gibi partileri düşünürsek,
bunların üyeleri açısından burada bir örgütlülük yoktur, bunların üzerinde
kurulmuş tahakküm, ancak bir yönetici elitin örgütlülüğü vardır. Yani o
partilerin üyeleri açısından haklarının, iradelerinin gerçekleşmesi söz konusu
değildir.
Diğer taraftan Gezi sürecinde de bazı örgütler vardı ancak
onlar da pek çok yönden yetersiz, dahası yapısal olarak sınırlı, toplumsal
örgütlenmeye hizmet etme kabiliyeti olmayan oluşumlardı.
İnsanların örgütsüz olmalarını (bu süreci de örnek
göstererek) bir avantaj olarak değerlendirmek yanlış bence. Gerçek anlamda işe
yarayacak, kitlelere yabancılaşmamış örgütlerin hazır örneği olmadığı için,
mevcut örgütlerin darlığında bunalmadılar, böylece kendilerini bulabildiler
diye yapılan değerlendirmeler örgütsüzlüğün övülmesi sonucunu doğurmamalı.
Çünkü örgütsüz halde, kendi yolunuz için asla ikinci adımımızı atamaz, kendi
hedefimize (haklarımıza ve özgürlüğümüze) doğru zinhar yol yürüyemeyiz. Tıpkı
Gezi’de olduğu, daha doğrusu olamadığı gibi.
Örgütlü olsaydı yolunu açabilirdi Gezi. Mesela, haziranın
ilk haftasından itibaren her hafta bir temel sorunu işleyip büyük yürüyüşler
yapabilirdi. Toplumsal hareket sürdürülebilirdi böylece. İlk hafta örneğin, kadınlara
yönelik her türlü ayrımcılığa karşı kesin tavırla geliştirilen bir kampanya ve
sonunda bütün illerde büyük yürüyüşler. Güçlü bir vurguyla ama mutlaka her türlü ayrımcılığa karşı durmak,
birleştirici ve toplumsallaştırıcı olabilirdi. Sonra, çok somut bir talep
olarak seçim barajının kaldırılması, siyasi partiler yasasının değiştirilmesi, bir
hafta bütün ülkede gündem yapılıp her türlü etkinlikle işlenip yine büyük
yürüyüşlerle taçlandırılabilirdi. Böylesi bir süreç geliştirilseydi, AKP’nin
bir yıldır üzerinde çalıştığı dar bölge sistemi ile seçim barajını ülke
geneline yayması, üstelik ülke geneli barajı indirerek görüntüyü kurtarması
engellenirdi.
Tekrar pahasına yazıyorum, örgütlülük şart. Ama örgütlülük
şart. Yoksa bugünkü mevcut örgütleri ve örgüt(lenme) önerilerini hesaba
alıyorsanız tabii ki aman uzak olsun diyeceksiniz. Öyle ki, Gezide de yer almış
sol örgütlerden biri, üstelik bu Gezi sürecinden sonra, daha yeni bu ay içinde
kendisinin ayrıştığı bir gruba saldırıda bulunmuş. Öyle ki bir kadını bile
döverek.[7]
Ah o marjinaller
‘Marjinaller’ “eleştirisi”
AKP cephesinden hangi sâikle ve nasıl yapıldığı konusu malumumuz. Gezi cephesinden
de benzer şeyler söyleyenler oluyordu ama fazla sesini yükseltmeden. Kimi
liberaller -ama asıl ortak özelliğiyle- eski solcu olanlar orda burada eleştirmiyor
değildi marjinalleri. Ne var ki tüm bu eleştiriler haksızdı.
Biraz daha somut olarak tanımlayalım. “Marjinaller”,
etkisizleştirme kastıyla yapılmış bir torba adlandırma aslında ama burada daha
ziyade sosyalistler içinden, ulusalcı ve liberal çizgilerden ayrı duran
gruplara deniyor. Ama onları “marjinal” yaparak diğerlerinden ayıran, tıpkı
diğerleri gibi başarısız ve geleceği olmayan yöntemlere sahip olsalar da,
düzenle daha uzlaşmaz, daha direngen noktada durmaları. İdeolojik açıdan olduğu
gibi sokakta da.
Eleştirilerde söylenenlere olgusal bakarsak doğruluk payı
yok değildi. Ancak bağlamında ele aldığımızda doğru değildi. Olgusal ele
alırsak, bu eleştirileri Gezi cephesinden yapan bu dönek solcular değil sadece,
bütün kesimler –ki hepimiz bu şikayet ettiğimiz şartların ürünü, aynı zamanda
yaratılmasında payı olan- bu toplumun parçasıyız. Tüketim kültüründen ve
bireycilikten ciddi şekilde etkilenmişiz örneğin. Ulusalcılar başka türlü,
taraftar grupları başka türlü eleştiriler hak eder, olgusal olarak. Ancak Gezi
bağlamında bu eleştiriler de gerçekten zorlama olur.
Bu yazıda “marjinaller” bahsini açmamın asıl nedeni, bu büyük
olayda (kayıt düşülmezse belki de araya kaynayacak olan) oynadıkları kritik bir
role değinmektir.
Gezi parkı sürecinin en merkezi ve en kitlesel yeri olan Gezi Parkının ve Taksim meydanının bulunduğu geniş bir alanda zahiren de olsa devletsiz iki hafta yaşandı. Devletin çekilme sürecinde yaşanan çatışmalarda bu marjinallerin rolüne şöyle bir değinilebilir. Kesinlikle herkes direndi, Çarşıdan, ulusalcısına, antikapitalist müslümanından, daha önce eyleme bile katılmamış olanına kadar pek çok farklı kesimden insanlar. Ancak o marjinallerin başlangıç için şöyle bir rolünden söz edilebilir belki. Onlar günümüz toplumunun ortalama bir insanından farklı olarak yoğun, pekâlâ korkutucu ve tehlikeli olan saldırılar karşısında durmaya, saldırıya uğradıktan hatta zarar gördükten sonra tekrar direnişe durmaya idmanlılar. Mesela barikat meselesi de öyle. Bu isimde yayın çıkaranı bile var[8]. Bir seferliğine de olsa, bir davranış örneği ortaya koyarak oynamış olabileceği bu role değinmekten başka bunu abartmamak gerek.
Kritik rolleri ise şuradaydı: Gezi Parkı ve Taksim meydanının o “devletsiz” iki
haftasında pek çok şeyin yolunda gitmesi kendi kendine olmadı. Yüz binlerce
insanın gelip gittiği, geceleri de binlerce insanın Parkta kaldığı bu süreçte,
1- Bildiğimiz siyasi-kültürel haritasıyla memleketin binlerce ulusalcısı, pop Türk
milliyetçiliğini ve zımni Kürt (düşmanlığını değilse de) alerjisini taşıyan
binlerce insan parka geldiğinde, hele ki binlerce kişiyle taraftar grupları
geldiğinde, Apo resimleri ve BDP bayrakları altındaki Kürtlerle, hele ki o
zaptedilemez 15-16 yaşlarındaki ateşli gençleriyle eğer bir çatışma çıkmadıysa
ve aynı alanda bu insanlar bulunabildiyse, 2-Antikapitalist Müslümanlar
öncülüğünde Cuma namazları hiçbir
saçmalık yaşanmadan kılınabildi, vakit namazları için mescit kurulabildi ve
Kandil gecesi Kuran okunduysa hiçbir
abukluğa maruz kalmadan ve hatta 3-Yüzbinlerce insan içinden bir takım yoz
davranışlara yönelen, alkol alarak ya da almadan arıza çıkaran insanlar
engellendi ve bu istisnai durumlar büyüyecek ortam bulamadıysa bunların
hepsinde, ESP, SDP gibi bazı parti ve çevrelerin önemli rolü olmuştur.
Bunları sadece bir gerçeğin kaydı olsun diye yazıyorum.
Yoksa marjinal güzellemesi olsun diye değil.
Zor tutuyor…
Başbakanın “evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var”
sözü gerçeği anlatıyor, ancak iki harf farkıyla. “Evlerinde” değil, “ellerimde”
olacak.
Tayyip Erdoğan, tek
sermayesi olan kendi tabanındaki, yani geniş halk kesimlerindeki kendisine
duyulan büyük sevgi ve liderlik etkisine yükleniyor.[9]
Malum elinde başka birşey yok.[10]
Uluslar arası ve ulusal sermayenin gücü ve mekanizmaları ona ait değil, tam
aksine kendisi bu mekanizmaların üzerinde duruyor. Dolayısıyla eğer artık onu
kullanmak istemiyorlarsa direnmek için yapabileceği tek şey bugün yapmakta olduğu: Evini yıkmaya
gelenleri durdurmak için kendi çocuğunun boğazına bıçak dayayan adam(!)ın
yaptığı. Ancak böylelerinin sefaleti,
bizimkinin yanında çok masum kalır. Çünkü o sefil adamın, bedelini bir çocuğa
ödeterek vazgeçmek istemediği ev herkesin hakkı olan bir şey nihayet, bir ülkenin
iktidarı gibi taşınmaz vebali olan bir şey değil. Hele bir de insanlar
üzerinde, hem de tüm toplum üzerinde iktidar olmak gibi kimselere hak olmayan
bir hilal uğruna milyonlarca çocuğu, genci, yaşlısı, kadını ve erkeği ile bir
ülkeyi yakarım diyorsa!
Yüzde ellinin en az yarısı, Gezi direnişçilerinin camide
içki içtiklerine, bir polisi öldürdüklerine, pek çok yerde başörtülülere
saldırdıklarına inanıyor bugün.[11]
Zor tutulan yüzde ellinin ulusal ya da mahalli kanaat
önderlerinden, ileri gelenlerinden, bu güne kadar bir takım hak mücadelelerine
–hakiki ya da taktik nedenlerle- katılmış, destek vermiş kimselerden hemen hiç
kimse firar edemedi bu zor tutsaklığından. Bir tarafta “Mustafa Kemal’in
askerleri” Mustafa Keser’in ordusu karşısında tarihsel bir yenilgiye uğrarken,
diğer tarafta bir iktidarın sunduğu; vaat ettiği ve de risk altına giren imkânların
motivasyonuyla tehdit algısı büyütmeler, dış-iç düşman tarifleri ve korku
yönetimi ile seferberlik çağrıları herkesi aynı haki giysilere ve komutlara verilen
aynı seslere bürüdü. (Bu arada, başörtülü vekil konusu da gündem oluyorken
Hilal Kaplan vekilliği hiç düşünmüş müdür acaba bu sıralar? Bu sıralar diyorum, zira başörtülü kadının vekil olma sırası ne zamandır kadınlardan öğrenecek değiller!)
Yüzde elli kuvvetiyle yürütülecek seferberlik/savaş zamanı
çatlak ses ne demek. Savaş zamanı muhalefet ne demekse o demek. Hainlere af
yok.[12]
Antikapitalist Müslümanların oradaki varlığının ve
direnişinin nasıl kritik bir toplumsal anlamı ve işlevinin olduğunu bizim solcu
kardeşlerimizin çoğu henüz tam olarak kavrayamadılar. İktidarın eteğindeki
muhafazakar çevreler ise çok iyi anladılar ve bu nedenle müthiş bir öfke ve
tepki içindeler. Bu durumu aslında, kendisi de bir antikapitalist Müslüman olan
İhsan Eliaçık’ın şu sözü oldukça iyi ifade ediyor: “Eskiden din elden gidiyor
diye kışkırtıyorlardı, şimdi din elimizden gidiyor diye telaştalar.” Öyle ya,
bu gidiş çarklara sağlam bir çomak sokabilir hani.
Taksim sizin, İstanbul sizin! Sahiden mi?..
Gezi hareketinin başını çekmeye çalışan, kısmen de çeken bir
zihniyet/damar işte bu yüzde elliyi anlamadığı gibi, (sadece anlamaktan
bahsediyorum ötesinden değil) anlamak gibi bir dirhem derdi, dolayısıyla imkânı
da olmadığını ortaya koydu
“Taksim bizim,
İstanbul bizim” sloganı kitlesel ve genel olarak atılabilen bir slogan olmuşsa
işte bundandır. “Biz” derken halk demek istiyoruz gibi izahların hiçbir anlamı
yok. Orantısız zeka, burada sizi kendisinden, kendisini sizden hissetmeyen
gerçekten de halkın en az yarısı için bunun nasıl algılanacağını düşünemiyorsa…
Bu sloganı can-ı gönülden atan ve attıranlardaki sorun
sadece halkın bir bölümüne kökten yabancılık değil, aslında bu yabancılığı da
doğuran, bu ülkenin iktidar geleneğinin, halka karşı rejim davranışının içimize
kadar sirayet etmiş kanser hücreleridir. Tayyip Erdoğan’ın kendi iktidarı için
zırh ve silah olsun diye bastığı “milli irade” yaygarasıyla özdeşliği vardır.
Tayyip’in topladığı kalabalıklar içinden bir kadının,
televizyona yansıyan “biz Tayyip’in götünün kılıyız” dediğinde ilk hissettiği
şey, kadın için, halktan bir insanın bu hali için gerçek bir üzüntü duymak
değilse… Hatta onun için üzülmeye bile fırsat bulamadan o kadın için, hem bir
kadın olarak, hem de o kadınlar ve erkeklerin halk olarak düşürüldüğü durum
için Tayyip’e, bu iktidara ve genel olarak burjuva iktidarına öfkesinin
bilenmesi yerine, ilk önce bunun üzerinden karşı tarafla alay ediyorsa… Yani
iktidarın yaratmak istediği tarafları sonuç olarak kabul ediyor ve cepheleşmeye
karşı hiçbir şey üretemiyorsa… Yani o kadını, tüm o insanları öteki taraftan
değil de, kendi tarafından biri olarak hissedemiyorsa, (tabii bu da tarafları
kültürel olarak değil de sınıfsal olarak seçtiğinde olabilir ancak) Gezi
cephesinde bizim daha çok işimiz var demektir.
Hareketi güdüleyen, birleştiren Tayyip karşıtlığı ise…
Maalesef bu hareketin bir zaafı da bu. Yani, sistem
açısından, esas itibariyle bir ayrıntı sayılabilecek, asla vazgeçilmez olmayan
bir unsurda bu kadar takılmak,
sistemle ciddi bir hesaplaşma dinamiğinin olmadığının bir diğer göstergesi.
Ulusalcılarla liberallerin, Tayyip Erdoğan’ı meselenin bir
sonucu değil de, kaynağıymış gibi algılamalarında ve/veya sunmalarındaki ortaklıkları
ilginç tabii. Hasan Cemal, Ahmet Altan, Oya Baydar gibi liberallerle, sayısız
ulusalcının Tayyip’i merkeze koyan tartışmaları, hem liberalizmin ve
ulusalcılığın sınırlarını, hem de -düşman kardeşler- diye nitelenebilecek birbirleriyle
ilişkilerini göstermesi açısından öğretici.
Tayyip sistemin kendisi değil, ama işleyişindeki önemli rolü
nedeniyle büyük günah sahibi. Ancak bir Abdullah Gül, ya da Kemal Kılıçdaroğlu
–hadi onun kalibresi yetmez diyorsanız- Mustafa Sarıgül de olsa aynı işlevi
görecekler.
Bu iş Tayyip, Abdullah, Mustafa meselesi değil, üstelik
Tayyip ehven-i şerdir bence, hepsinin “içi” kötü ama hiç değilse onun içi dışı
bir. Ancak ne yazık ki diğer ikisi, hele ki Mustafa olsa, ya da olursa(!)
Gezi’deki muhalefet dinamiğinin büyük ölçüde gevşeyeceğini pekala söyleyebiliriz. Olsun varsın, belki o zaman da başka yerden
patlar halkın muhalefeti.
Son Olarak…
Gezi hakkında söylenmemiş şeyler diye başladım, hatta başlık
attım. Deseniz ki bunların hepsi dendi (mümkün değil ama siz dersiniz de) durun
daha bitmedi. Son olarak…
Bundan tam on yıl önceydi. Temmuz ayı. Bir Pazar sabahı
erken saatte Taksim meydanda buluşmuş ve ilk olarak Gezi parkına gelip bir
banka oturmuştuk. Birbirini o gün tanıyan insanların bin yıllık yoldaşmış gibi yaptıkları
forumlardan birini Gezide o gün onunla ikimiz yapmıştık. Hanımlı beyli hitaba
hiç bulaşmadığımız gibi, halkın işi olmayan sizli konuşmayı da hemen
geçivermiştik. Bir forum dolusu sohbetten sonra parktan çıkmış, on yıl sonra direnişin
yaşanacağı bütün cadde ve sokaklarda gün boyu dolaşıp, birkaç kez çay içmek
için bir yerlerde oturmaktan başka saatlerce yürümüştük. Günün sonunda
Gümüşsuyundan inip, stadın oraya vardığımızda, kutsal topraklara geldik
demişti, gülümseyerek ekledi “öyle derler…” O zaman olmayan başbakanlık ofisini
geçip Beşiktaş’a vardık. İskelenin oradaki duraklardan binip gitti, ben de
vapurla karşıya geçtim. Hayatımın en
özel, en güzel günlerinden biri Gezi Parkında başlamıştı.
Gençlerin bir bildiği var, bu Park bir harika dostum…
[1] Bu
yazının içeriği aslında Temmuz ayında oluştu, birkaç arkadaşla sohbetlerde
paylaşmıştım o zaman. Yazıya dökülmesi ise şöyle oldu, çıkmak üzere olan bir
dergiye (adını anayım, Yordam’a) göndermek üzere yazdım, geçen ay. Geciktiği
için orada da çıkmadı. Nerede yayımlasak derken birkaç arkadaş bu blogu açalım
dedik sonra. Yani bloga da vesile oldu.
[2]
2001’deki Ekonomik kriz sonrasında, başta Konya, Kayseri, Sivas, Antep, İzmir,
Denizli, Kütahya ve tabii ki İstanbul olmak üzere pek çok şehirde esnaf
eylemlerinin yapıldığı, en kitlesel ve en militan eylemlerin Ankara’da
yapıldığı süreci hatırlayalım. Bunu şunun için de hatırlatıyorum, o zaman da
pek çok eylemde günün hükümeti hedefe konuyor ve memleketin malum
kültürel-kimliksel bölünmesine uygun ideolojik eğilimler gösteriliyordu. “Esnaf
uyuma, kurda kuşa yem olma” gibi hükümeti hedefleyen sloganlarla, eylemlerde
tekbir getirilmesini hatırlatırım. Varmak istediğim yer şurası, Gezi
karşıtlarına “hükümet karşıtlığı meşru olduğu gibi sandığa sıkıştırılmak
zorunda olan bir şey değildir”, kendimin de dahil olduğu Gezi cephesine ise,
hükümet karşıtlığı demek her zaman özgürlük ve adaletin cephesi anlamına gelmeyebilir,
bir başka iktidarın/adayının değirmenine su taşıyor olabilirsiniz. Son olarak
Ecevit’in önüne yazarkasa fırlatan esnafın bir türlü dikiş tutturamadıktan
sonra AKP’li bakan Hayati Yazıcı’nın
ricasıyla Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından işe yerleştirildiği
hatırlatmasıyla dipnota son veriyorumJ
[3]
İstanbulda toplu ulaşımda kullanılan bilet
[4] Bu sonuca varmak için yeterli bir
veri sayılmaz kabul ediyorum ama benim karşılaştığım ve duyduğum bütün örnekler
böyleydi.
[5] Bu
süreçte taraf olan burjuvazinin bir hizbi, bahsettiğim haksızlığı yapanlardan
farklı olarak zaten halka dahil değiller. Halkın üzerinde, sömüren ve tahakküm
uygulayan bir güç olmaları hasebiyle onların haksızlıkları ontolojik. Zaten
halkın içinde bahsettiğim haksızlığı yapan, rejimin bugüne kadar kendilerine
sağladığı ayrıcalıklı konumu koruyarak halkın başka bir kesimine hasmane
davrananlardan farklı olarak, büyük burjuvalar halkın kültürel, kimliksel vs.
durumlarıyla ilgilenmez, kendi çıkarları açısından ilişkilerine bakarlar. Boyner’in
geleceği örneğin, çapulculara öfke ve sevgisizlikle bakan geniş kitlelerle
olsa, sanmam ki çapulculuktan istifa etmek için 1 gün beklesin…
[6]
Kabataş’ta, yaşandığı kesin olan ancak neyin nasıl yaşandığı hala açıklığa
kavuşmamış olan olay. Yanında bebeği olan başörtülü bir kadına yönelik müdahale,
Star gazetesinde tam bir “Bizans’ın her türlü kalleşlik ve iğrençliğin öznesi
olarak sunulduğu Türk filmlerinin” kıvamındaki anlatımıyla bir röportaj
yayınlandı. Ancak, aksi herhangi bir delil olmadığında bir mağdurun ifadesini
yalanlayamayacağımız ilkesinden başka herhangi bir kanıt ortaya konulamadı.
Üstelik bütün donanımıyla iktidar bu konuya başbakan düzeyinde el atmışken, ne
savcılıktan, ne polisten, ne herhangi bir mobese kamerasından, ne eylemciler
tarafından yine bu olayda dayak yediği iddia edilen yaşlı adamdan ve kızından
vs. tek bir kanıt çıkmazken, gazetedeki sunuma çelişkiler getiren ve açıkça
yalanlayan açıklamalar bile geldi. İstanbul valisi gazeteyi yalanlayan bir
açıklamayla ellerinde mobese kaydı olmadığını söylerken, mağdurenin kayınpederi
olan Belediye Başkanından da anlatımlarla çelişen açıklamalar okuduk. Olayın
olduğunu, görüntülerini izlediğini söyleyen gazeteci İsmet Berkan ise
gazeteciliğin gereğini yap(a)madı. Ne görüntüleri paylaştı, ne de görüntülerin üzerinden
olayın üzerine gitti.
Diğer tarafta ise, olayın farklı anlatımları dolandı,
ancak orada da kimse gerçeğin peşinden gitmedi, bunlar da söylenti olarak
kaldı. Bu taraftan gelen iddialarda ise, mağdurenin eylemcilere çıkıştığı, dağıttıkları
bildirileri yırtıp atarak, “AKP sayesinde bu eylemleri yapabiliyorsunuz” gibi
eylemciler için tahrik edici olan sözlerle taciz ettiği, bunun üzerine eylemciler
arasından bir kadın tarafından tartaklandığı, ancak diğer eylemcilerin saldırının
önüne geçtiği şeklindeydi. Konunun üzerine bu taraftan yeterince gidilmemesinin
nedenlerinden belki de birisi burada bir haksızlık yapmış olmak ise de, daha
önemli ve asıl belirleyen neden, kimilerinin marifetmiş gibi sunduğu örgütsüzlüktür.
Pek çok konuda olduğu gibi bu örnekte de, gerekeni yapamamış ve kaybetmiştir
Gezi. Oysa gerçek neyse ortaya çıkarılmalı ve adaletin (kanunların demiyorum)
gereği yapılmalıydı.
[7] SYKP
adlı yeni kurulmuş bu sol partiden bir grup, daha önce birlikte oldukları TÖPG
diye bir gruptan iki kişiyi toplanıp dövdüğünü kendisi de kabul etmiş ve bir daha yapmayacağız demiş. Polisin AKM ve
meydandan pankart ve bayrakları topladıktan sonra, “Tayyip bize gücün yetmez”
diye parkın köşesine astığı kocaman pankarttan hatırladım bu partiyi. Anlamsız
da bulsam güç gösterisine girişen pek çok sol gruplardan farklı olarak
bunlarınkini, normalde karşısına çıkamadığı hasmına kalabalığın içinden
horozlanan kof dayılara benzetmiştim. Ne güç be adamlardaki. Tayyip’i de
sıkıştırıp dövecekler herhalde. Sonra öğrendim ki, bir de HDK içindeymiş bu
grup. Oy nedir bu Kürtlerin çektiği be canım.
[8]
Bilmiyorum hala var mı.
[9] Mustafa
Kemal’i bilemiyorum bu nedenle onu dışarıda tutarsam Türkiye tarihinde Tayyip Erdoğan düzeyinde muazzam bir sevginin ve nefretin objesi olan lider
yok bence. Ancak bir tane, o düzeyin de çok ötesinde var: Abdullah Öcalan.
[10] Gerçek
bir teşkilatı ya da kadrosu da yok mesela. En büyük teşkilatı, belediyeden ve
daha öncesinden bu güne hayatında ilişkilendiği bütün insanları, kişisel ilişki
ağında örgütlemesi. Kişisel serüvenindeki bütün ilişkilerini siyasi hayatına
aktarması, terfi, tayin, tasfiye, ödül, ceza ile hepsini bir örgütlülük
mantığında yürütmesi. Bugüne onu getiren başarısında bu yönünün etkisi
yadsınamaz. Ancak bu tarz bir örgütlülük klasik Ortadoğu tarzı bir diktatörlük
için herhalde çok etkilidir ancak kısmen batılı anlamdaki burjuva ve kısmen
demokratik bir hal almış bizimki gibi bir diktatörlükte bu örgütlülüğün
karşılığı çok zayıf olsa gerek. (Dipnotun dipnotu: Bir diktatörlüğün faşist ya
da demokratik olması onun diktatörlük özünü değiştirmez, İngiltere’de de bir
diktatörlük var nihayet.)
[11] ABD’de yapılan bir araştırmada,
Amerikalıların çok ciddi bir oranının, ABD’li yetkililerce itiraf edilmiş
olmasına rağmen, Irak’ın işgali için 2003 senesinde söylenilen, Saddam’ın
kimyasal silahları olduğu yalanına inandığını okumuştum.
[12]
Emek&adalet platformu öncülüğünde yayımlanan ve İslami camiadan pek çok
ismin imza attığı Geziyi savunan metin ve imzacılar da hedef oldu. Öyle ki
imzacıların fotoğraflarının olduğu bir görsel altında unutmayacağız tehdidi ile
sosyal medyada paylaşıldı.